4 Ocak 2015 Pazar

Olafur Pt.2

Hepimizin hayatında ''bazı'' anlar gelir, daha o gün okuduğu ya da gördüğü bi olaya bağlantısal bi şekilde akşamına başka bi tarafını farkeder. bi mutluluk gelir. Bunun rastlantısal olmadığını düşünürüm o gibi durumlarda ben ve araştırma yolları açılmıştır artık benim için. Size bu yazımda 3 farklı değişkenin birleşimiyle bişey anlatmaya çalışıcam canlar. 

Nereden başlasam çok da bilmiyorum ama başlayalım bakalım sonu hayrolsun. Daha önceki yazılarımdan beni biraz olsun tanıyan ya da birebir muhabbeti olanlar bilir: insanların kaybettikleri saflıklara üzülen bi tarafım var evet. Bu nokta biraz daha gelişti bende şu sıralar ve zaman cetvelimin ''şu anı'' ele alan ucunu çocukluğa indirgemeyi daha iyi yapar oldum. Ve simgesel olarak çocukluğumuzu beyaz bi nokta olarak ele aldım. Zamanla çocukluğumuz emeklemeye, yürümeye, konuşmaya başladı. Sonra okumaya. Sonra sorgulamaya başladı. Beyazı beyazla kıyaslayamacayağını farketti, başka renklere ve daha çok siyaha hatta karanlığa baktığı günler boyunca dünyanın ne kadar da kötü bi yer olduğunu düşünüp küfür etti. İnsanlara karşı soğudu, eski sevgilisine nefret besledi, babasının onu anlayamadığını düşündü. Dediğim gibi; daha önceleri tam da bu noktadayken insanların kaybettikleri saflığın tecrübenin sonucunda önemli ve dönülemez bi noktada olduğunu düşündüğümden hep üzülmüştüm. Şimdileri o çocukluğumuzda, içimizde varolan beyazlığın büyüdüğünde göreceği diğer renkler olmadan hiç bi anlamı olmadığını daha da iyi anladım. Önemli olanın içimizde varolan bütün renklerle yaşamak olduğunu daha net anladım. bu ilk noktamdı.

Olayı ilişkilendirdiğim ikinci nokta ise içinde bulunduğumuz evrenin ilk hali. Gariptir ki benim aldığım beyazlığın tam tersi olarak başlangıçta ışığı içinde barındırmayan simsiyah bi boşluk. Siyah diye bi renk ayrımı yapabilmemize olanak bile sağlamayan karalık. Aynı boşluk büyük bi patlamayla evreni, galaksileri, gezegenleri, yıldızları vs. oluşturdu. Çocukluğumuzla o evrenin oluşumunun büyük ama çok büyük bi bağlantısı var. Her şeyden önce 2015 yılını düşünmek büyük bencillik olurdu değil mi? Benim bu satırları yazmamı sağlayan evrimsel sürecimizi düşününce benden çok öncesindeki çocuklukları da düşünmemiz gerekir. İlk insanların çocuklarının tek yol haritası ve bildiği şeyler ayrıca anlamlandırdığı hayatının dayanak noktası gökyüzünde kendisinin özel olduğunu hissettiren ışıklardı. Yani aydınlık. Çocuk düşündü, kendince şekiller çizdi gökyüzüne bakarak. Akıllandı ve daha kapsamlı düşünür hale geldi. Sonra onları araştırdı ve olduğum noktaya tekrar geldi içindeki beyazlığı her nesilde kaybederek ve çocuğuna tekrar vererek. Farkında olmadan. 

O sonsuz karanlığın içindeki beyaz ışıklar olan yıldızların hiç bi anlamı olmadığı gibi içimizdeki çocukluk beyazının kirlenmesi ve öyle kalması da o kadar anlamsız. İçinde yaşadığımız evrenin bizim yaşadığımız hayatı sunması ve o hayatın içindeki ''biz'' in iç dünyamızda anlamlanması kadar güzel bişey olamaz galiba. Ve görünen o ki evrende renkler ve ışıklar karanlığı yenerken dünyada da daima çocukluğumuzda sahip olduğumuz beyazlığı kaybetse de yine o beyazlığa yakın olanlar kazanıyor. Bilim adamları, büyük liderler, anaokulunda öğretmenlik yapan birisi, ya da ortaokula giden kravat takmayı yeni öğrenmiş bi çocuk bile bu sistemin içinde özel. Herkes için bi hayat var yaşadıklarını gözlemleyebildiği sürece. Hayat iyiyi de kötüyü de aynı anda yaşayabildiğimiz sürece güzel ve özel. 

Şimdi iç dünyamızdaki karanlık ve aydınlık tarafı ikiye ayırmış bi sanatçıyı sizlere sunmaktan çekinmiyorum bağlantıladığım 3. nokta olarak. Kendisi iki albümü arasındaki farklılığı '' karanlıktan aydınlığa geçiş'' olarak tanımlıyor. Avrupa'nın minimalist neo-klasik müziğin altın çocuğu Olafur Arnalds. Müziklerini kağıdı kalemi elinde alarak yapmaktansa kendi iç dünyasına bırakmayı tercih ediyor. Yaptığı şarkıların bu halini alması da o çocukluğundan şu ana kadar geçirdiği farklı müzik tarzlarının bileşimi. Asi bi rockcıyken gençliğine daha sonraları çizgisi elktronik ve klasik müziğe kayıyor. Çok tatlı bi ekibi var, Nils Frahm, Janus Rasmussen ve Arnor Dan başta olmak üzere. Erased Tapes Records adlı plak şirketi kendisi ve İskandinav ülkelerinde benzer müzik yapanların küçük bi oluşumu. Kiasmos adlı bi duo grubu olmasına rağmen ben asıl solo çalışmalarında daha çok geziniyorum. 

Eğer hakkında bişey bilmiyosanız burası sizin için bi başlangıç noktası olsun: 

 Duyduğunuz her parçası kendi iç dünyasnın birer yanılsaması. Müziğin en büyük kutsalı olan duyguları benim algıma göre mükemmel derecede yansıtıyor. Umudu,özlemi, canlılığı, hüzünü. Ve benim için bu kadar kutsal olmasının diğer bi tarafı da ölümsüzlüğe ulaşabilmiş olması. Çünkü yaptığı şey zamanın çok ötesinde zihinlerde dolanan bütün o renkleri resmedebilmesi. Bi parçasını da buraya koyuyorum. Uzun oldu biraz. Ufaktan kaçıyım:

Olafur Arnalds - Only the winds


,


Aydınlığı ve karanlığı içinde barındırıp anlamaya çalışan herkese selamlar

Olafur'a da.
 
Kendinize iyi bakın.

3 Kasım 2014 Pazartesi

Olafur Pt.1

Yaklaşık 3 aydır yazmıyodum. Yazmayı bıraktığımdan değil. Elitist bi ses tonuyla söylemiyorum bunu ama yazın hayatına adım atmış insanlar bilirler: yazmak sadece başlangıcı olan bi iş oluyo, bi süre sonra hayatın bi parçası olarak. Hayatınızın parçası yaptığınız o şey de sevdiğiniz gözünüz gibi bırakacağınız bi seslenme haline evriliyor düşüncesel anlamda. Yazmadığım süre boyunca blogumu merak edip okuyanlar oldu sağolsunlar. Bu süreçte farkettim ki insanların kafasındaki yazma işi gerçekten çok farklı ve riskli bi iş.  Sosyal medyada göstermek istediğimiz şekilde kendimizi tanıtmayı alışkanlık haline getirdiğimizden kaybolan değerlerimizi ve benliklerimizi aramaya dahi gücümüz kalmamış. Çoğu şey yapay. İnsanın kendi elleriyle oluşturduğu yapaylığa dışarıdan sakin bi kafayla baktığınızda siz de o iğreltiyi hissedebilirsiniz içinizde. 

Yazmak zordur ve özeldir. İç dünyanızla hesaplaşmak ve hesapları birer birer kapatmak, onlarla yüzleşmek hiç kolay değildir hak veriyorum. Yaptığımdan dolayı değil "yapmaya uğraştığımdan" buradayım ya zaten. Bence tam bu noktada yazdığımız şeyleri bi aracıyla açmak da misyon haline gelmeli diye düşünüyorum. 3 aydır hayatımda üzerinde durduğum noktalardan bi tanesi buydu. Hislerimizi, duygularımızı neredeyse ufacık bi kutuya kilitleyip kapatıyoruz. Arada o kutudan çıkan ufak gürültüleri alel acele susturmayı tercih ediyoruz. Rahat yaşayalım diye, mutlu olalım mantığıyla. İnsanlar kendilerini kısıtlarken hayatlarında mutlu olayım diye kapattıkları her düşünce yolunu tekrar bulamıyolar bir süre sonra. Mutluluk daha kırılgan oluyo ve kıymetsizleşiyo. Basit mutluluklarımızı bozacak dağlar kadar sebebimiz oluyor. 

O zaman kafamdaki hayat anlayışımı önceki yazılarımda anlattığımın dışında farklı bi bakış açısıyla anlatıyım. Ben buna "Ssk emeklisi Mehmet amca bakışı" adını koydum. Beşeri bi bölümüm yok ama insanlar yegane malzemem. Yanlış anlaşılmasın bu yukarıdan söylenen bişey değil zaten anlayacaksınız yani umarım anlarsınız demek isteyeceğim şeyi. Benim için her bi insan farklı bi uğraş ya da bilgi kaynağı. Çünkü öyle bi havuz ki burası her baloncuğu farklı ve kendi içinde özel. İnsanların içlerinde gerçekten çok büyük bi şiddette "özel olduğunu hissetme isteği" var. Farkedilmeyen nokta bu özel'liğin doğuştan zaten varolduğu. Ve bunu farketmenin tek yolunun ilişkilerde olduğu çıkarımına ilk kim varmış bilmiyorum ama çok da parlak düşünen birisi değilmiş galiba. Özel olduğumuzu hissedebilmemiz için illa bi insanın sizi sevmesi ve onu göstermesi gerekmiyor. Ve hepimizin de içinde olduğu kendini tanıyamama bataklığına saplanmışız. Öyle bi bataklık ki çıkabilmek için zaten sadece kendisinin yetebileceğini farketmeyen insanların dolduruğu bi ortamı içinde barındıran. Bunun diğer bi adı da bencilliktir. Kendisini tanımaktan ve öğrenmekten korkarken başkasının hayatına adım atma isteği gibi büyük bi iştir. Mutluluğu ve kişisel tatmini yine başkalarında bulmak ve bağımlı yaşamak zorunda kalmaktır. İnsanın kendisini dahi bilemezken başkalarını tanımak istemesinin bi anlamı var mı?  

Peki nasıl olur? Cevabım burada yazılı kalıcak şimdi ama bu soruyu arada bi kendime yönelten bi insan olarak her seferinde verdiğim cevap farklı olabiliyor. Bundan mutluyum çünkü değişiyo düşüncelerim, katlanıyo dallanıyo budaklanıyo her seferinde. Fakat biliyorum ki gerçekten anlamak isteyenler kazanacak olanlar olacak bu insanlık serüveninin sonunda. İçleri doldurulan duyguların yüzlere yansıması. Farkına varılan çeşitliliklere saygı duymak. Hissedilen duyguların ve okunanların karışımının birleşimi olan olgunluk olacak sonu hiç gelmeyen. 

Verdiğimiz ve aldığımız her nefes bizim için birer şans. Dünyanın dört bi yanında bin bir türlü yangınların dumanı insanları zehirlerken böyle bi ortam daha da büyük bi şans. Değerlendirememek de tam tersi bi şekilde büyük bi şanssızlık. Her birimiz, hepimiz ve daha önceki insanlar hatta bütün insanlık biraz kendi içerisine dönük yaşasa tarih kitaplarının yazdığı felaketlerin sayısı yarıya yarıya azalabilirdi. İnsanların içerisinde Freud'un da dediği gibi "hamurunda olan kötülük" daha kolay bi şekilde bastırılırdı  belki de. Tekil olmak, kendinle yaşamak ve o yaşamı yüceltmek bizim sahip olmak istediğimiz basit mutluluğu anlamlaştıracak tek şeydir benim gözümde.Her türlü duyguyu yaşamak ve görmek. Ve aynı şekilde bataklığın ortasından kıyısına doğru yüzerken tanıştığınız ve sizinle aynı düşünceleri paylaşabilen insanları bulmak mutluluğun en garip ama kalıcı unsurlarından oluyor. 

Konu başlında adı olmasına rağmen Olafur'la alakasının olmaması komik oldu ama bi sonraki yazımda size duygularını keşfetmeyi müzikal anlamda başarabilen bi insandan bahsetmeye çalışıcam. Şimdilik yazının sonuna onun bi parçasıyla es koyuyorum. Part 2'de görüşmek üzere.

Kendinize iyi bakın.


                                                         Olafur Arnalds - Poland







7 Ağustos 2014 Perşembe

Hanzala

Son bi aydır herkesin ucundan köşesinden tuttuğu Gazze katliamı. Her gün ve her gün bi başka zincir eklenirken ben gerçekten çok üzüldüm. İnsanların kendi ellerini kumandalarla ''devre arası oldu geç de foxta dizi vardı'' diyerek geçirdikleri bi ay varken daha da çok üzüldüm bilmiyorum. Hele ki başkalarının elleri gözlerini ve kulaklarını kapatırken bizlerin, yarım yamalak duydukları ölüm haberlerine karşı duyarsızlıkları, duyarlı görünme çabaları ya da duyarlıyım da elimden ne gelebilir ki diyenleri gördükçe daha da çok. O sikimsonik dünya kupası maçına da her gün 3 tekrarı verilen günlük dizinin de amına koyim pardon da. Komik olan yanı da gruplar bittikten sonra çeyrek final - yarı final - final derken maçlar arası mola süreleri arttıkça insanların Gazze katliamına daha çok yakınlaşması. Garip.

Bu insanların getirildiği büyük oyunun bi parçası olduklarını bildiklerine öncelikle emin olun. Filistinliler'in tarihi okumaktan çok yıllarca yaşadığını düşünürseniz çoğu şeyin bilincinde olduklarını bilin. ''Onlar da topraklarını satmasalarmış zamanında kardeşim'' geyiğini çevirenlerin suratına okkalı bi tokat yapıştırın mümkünse. Yerel televizyon kanallarının verdiği haberleri boşverin. Elimizden şu an belki bişey gelmiyo olabilir ama en azından nelerin döndüğüne dönüp bakın araştırın belki daha çok üzülünüyo amahiç olmazsa rahat bi uyku çektirir dimi?

Hanzala'dan bahsetmek lazım. Şu an Filistinlilerin halihazırda bi simgesi yok meydanda fakat bi görünmeyen kahramanları var. Bizim fıratın yılların acısıyla yoğurulmuş hali, olduğu gibi bi Filistinli olan Hanzala o da. Hanzala’nın babası Naci ali, 1938 yılında Hz. İsa’nın köyüne yakın bir köyde doğmuş.15 mayıs 1948’ de İsrail’in kurulmasıyla da 10 yaşındayken köyünden kovulmuş.Bütün ömrü mülteci kamplarında, ABD korkusuyla yüzlerine bakmayan totaliter arap rejimlerindeki Filistin ghettolarında, ondan bundan merhamet, adalet dileyerek geçmiş.Çok çalışmış, Lübnan’daki ölüm tarlalarından kurtulup, sonunda Londra’daki arap gazetelerinde işleri çıkan ünlü bir çizer olmuş.Babası Hanzala’yı dünyanın 1968 ile sarsıldığı günlerde dünyaya getirmiş. Bu haylaz çocuğun çizgileri aşan büyük direnişi kısa zamanda onu Ortadoğu’nun yerli “che” figürü yapmış. 1973’te ABD dışişleri bakanı Kissinger meşhur çözüm planını açıkladıktan sonra da bu adaletsiz dünyaya kızıp, sırtını dönmüş.  (Kissinger bu planında Suriye'yle Filistin'e Lübnan'ı bölme konusunda çözüm ortaklığına kavuşturup ortalığı yine destablize etmiş. Bunun 6 yıl öncesinde de İsrail'e işgal ettiği toprakları terketmesi gerektiğini söyleyen uluslararası Rogers planını yok eden de yine aynı Kissinger. Kısaca imhacı görev adamı gavatın teki Kissenger).

Hanzala hep 10 yaşında. Çünkü onun hayatı 1948’de durmuş. Filistinliler o güne “Nakbah” diyor. Yani felaket. Bu yıl aynı zamanda İsrail'in resmiyet kazandığı yıl. (Ayrıca bi bilgi olarak İsrail'in resmiyetinin sonrasındaki gün İsrail'i resmen tanıyan iki devlet ABD ve Rusya. Filistin şu anda hala Avrupanın batısı ve Kuzey Amerikaca tanınmıyo, sadece diplomatik ilişkilerde resmiyeti var).

Toprakları sattı dediğiniz insanlar bir gün evlerinde otururlarken tanımadıkları insanlar kapılarını çalmış “2000 yıl önce buralar bizimdi, geri geldik, zaten bakın kutsal kitabımıza göre bu topraklar bizim üzerimize tapulu” demiş ve 2000 yıldır oturdukları topraklarından onları kovmuş. Babası ölen annesi felaket olan çocuk evinden çıkarılmış oldu şimdi de.  Bi kız kardeşi var onun adı da Fatıma. Onun hakkında hiç bir bilgi yok. Ayakkabısı hiç olmamış. Hep yalın ayak dolanan bi çocuk, aslında bi tane cillop gibi ayakkabısı olsa fena olmaz mıydı zaten hiç büyümüyo ya. 

Her karikatürde arkası dönük. Bunun nedeni de şöyle açıklanır: çocuklar, kin nedir bilmezler. O yaşta bunu edinmeleri pek mümkün değildir malum. Ama İsrail, çocukları kinle öyle bir bilinçlendirmiştir ki; ufacık çocuk bile İsrail'in yüzüne bakmaya tenezzül etmez ki bu manen de olsa, bu verebileceği en büyük cezadır. 


Hanzala.


İçinde Howard Beale Network filminden kısmın olduğu yakarıştan bi alıntı yapıp bitiricem. Belki kızmanız bişeyleri değiştirir. En azından kendi hayatlarımızda. 





Düzenleyebilirsem öncesi ve sonrasıyla bi Filistin yazısı da yazabilirim.

Kendinize iyi bakın.

27 Haziran 2014 Cuma

Glasto

''İngilizler doğar, büyür, iyi müzik yapar ve ölür'' 

Kısa haliyle Glasto, her yıl haziran ayının son düzlüğünü bekleyen insanların dışındakiler için, daha resmi haliyle ''Glastonbury Festivali''. Müzik severlerin çoğunun özellikle de rockla azıcık haşir neşir olanların yakından bildiği festival rock müziğin haccı diye bilinir. Salt Rock müziğin dışında alt-yan ne kadar türevi varsa bu festivalde 3 günlüğüne hızlıca tüketiliyor.  Çok dramatik bi giriş yaptım gibi oldu ama anlatıcam bi durun, önce bi tarihine bakalım sonra takip ettiğim grupları (takip edin diye söylüyorum da bbc canlı yayın için e-pin istiyo ona da para veremedim nasıl olsa bi hafta içinde hepsi düşer internete diye :P) söyleyip dağılalım.

Müziğin en sevdiğim özelliklerinden bi tanesi bu festivalin başlangıcı için temel olmuş. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde her ülkede yaşanan sıkıntı, sefalet, yokluk güzel Britanya'mıza da uğramış. İnsanlar depresyonlarından bunlarımlarından sıyrılırken kulağa hoş gelen tınılarla kısa süreliğine de olsa uzaklaştırmışlar. Sonra da her yıl olmasa da arada buluşalım, eğlenelim böyle düzen olmaz olsun diyip başlatmışlar. 1930-40lı yıllara kadar devam ederken İkinci Dünya Savaşı patlak verince uzuun bi süre toplanılmamış,  ''üzerinde güneş batmayan ülkenin'' güzel özgürlük ruhlu insanları buluşamamış.

Şu andaki organizasyonun resmi başlangıç zamanı da 1970. Prototip aşamasında festivalin tekrar başladığı ilk gün ise söz verildiği üzere riff üstadı gitarist Jimi Hendrix'in ölümünün sonrasındadır. Girişler 1 poundken içecek olarak da çiftlikten bi bardak süt verilmiş. Hızlı geçiyorum, ana başlıklarla 1984'te Smiths ilk sahnesini almış,  86'da Cure, 92'de Morrissey ile Lou Reed beraber adım atmış sahneye. Önce biraz da içeriğe geçiyim olmaz mı? 

                                          
          86' Glasto. Gördüğünüz gibi çok sade ve rahat dimi. Şimdiyse ambalajlanmış ve daha samimiyetsiz aslında.

Festival içinde esas taş olarak rock (espri kaaç) , şimdilerde momentinin kaydığı elektronik, gelenektir hesabı reggae ve hiç de hoşlanmadığım kısmı olan hiphop bölümlerinden oluşuyo. Çağırılan gruplar ve sololar ilk başlarda bölgesel daha sonraları ulusal sonra da ada ülkeleri civarı olmuş zaman ilerledikçe. Sonra Avrupa ve dünyadan çok farklı seslere ev sahipliği yapmış olsa da o ada ülkeleri kimliğini hiç kaybetmiyo. Hatta İngiliz kibrini de hesaba katarsak biraz el üstünde tutuluyolar. İstisnalar dışında, sizin maininiz Metallica olursa bu sene olduğu gibi durum biraz daha farklı oluyo ister istemez. Festivale katılan kişi sayısı 70'te 5.000 kişi başlarken milenyum zamanında 100.000-160.000 kişi aralığında gidip geliyo. Bu sene 125.000 bilet satılmış biletler 1 saat 20 dakikada bitmiş. En büyük paylardan birisi de çekilişle bilet dağıtan şirketlerin olmuş. Olm siz niye böylesiniz ya, senin marketini kullanıp, umutlanıp, sonra çıkmayınca şanssızlığıma küfür etmek zorunda mıyım ben? neyse. 1000'inin üzerinde aktivite olacak bu sene toplamda. İnanılmaz bi rakam 3 gün için. Bu arada festivalin göze batan kısmı müzikali olsa da tiyatro ve film gösterimi de var. Sinema ve tiyatro alanları ayrı bi bölgede toplanmış. Gösterilerenler nedir ne değildir ben de bilmiyorum ama. 

Bi not: Madalyonun diğer yüzünde ise kafalarımıza sokulmaya çalışılan İngiliz elitistliği var. Zaten devletin servetiyle her zaman biz farklıyız imajı çizen BBC organizasyonun ana yayıncısı. Festival gelen kesimce evrensel olarak görünse de değil. Pazarlamaya ihtiyaçları olmasa bile siz bi ürünü binlerce kez görürseniz üstünlüğünü kabul edersiniz, onun gözünüze sokulduğunu pek anlamazsınız. O anlatılan ilk dönemlerde buluşan insanların karşısında durduğu soğuk sistemin elinde işler belirteyim dedim. Ama en başta yazdığım biraz doğruluk payı taşıyo kendimle çelişmiyim olsun.

Şimdi geçiyorum 2014'e. Göze çarpan listesi fiyakalı: Metallica, Lana Del Rey, Kasabian, Skrillex, Massive Attack gibi isimler. Ben biraz kenardan gidip daha az popüler olanlarını verip yazımı tamamlıycam.

1. Paolo Nutini
 
Yıllardır dinlediğim tarzsa tarz denilen adam olcak. İtalyan asıllı İskoç Mayıs'ta yeni albümünü çıkardı  Caustic Love adında. Öne sürdüğüm şarkısı
                                                        Scream (2014)


2. Poliça

Festivalin ve gördüğüm kadarıyla genel eğilim olarak artık insanların bay baya ilgi gösterdiği elektronik akımına yakın bi yolda olan ablamızın rahatlatıcı yürürken ders çalışırken ya da ne biliyim stresli olduğun bi anda dinlenesi şarkısını yolluyorum. Şu an sahnede olması ya da yeni iniyo olması lazım ayrıca. 
                                                                 Dark Star (2011)



3. Ed Sheeran
 
Kendisi aslında 2-3 yıldır takip ettiğim Youtube acoustic covercısıydı. İrlandalı saçlardan da anlaşılacağı üzere. Şu an bu festivale davet edildiyse ve bu kadar popülerse iki sebebi var: 1.si kendisi gibi olan arkadaşlarının el birliğiyle şarkısını özellikle ''Team'' şarkısınıdır. Kim bunlar? Daniela Andrade, Nicole Milik, Michael Schulte vs. 2.siyse Hobbit gibi bi filmin ana film müziğini yapmaktır. Bu da nasip meselesi mi diyim artık ne diyim. Çok genç (benimle yaşıt lan çok genç diyim de bari kendimi avutiyim) önü açık sempatiğin. Neyse Ehm             

Sunburn (2012)



                          

4. Oldies

 Burada da iki şarkı gelsin. Yeri her zaman ayrı olan Radiohead'in tek solukta hatasız söyleme ihtimalinin az  olduğu filmin film müziği olsun. 

                       "No Surprises" by Radiohead (Glastonbury 2003)



 Diğeri de efsaneler efsanesi olsun. 2000 öncesini yayınlamadım. O da sizlere kalsın istedim. Muse.

                                    Muse - Ruled By Secrecy (live at Glastonbury Festival 2004)




Ramazan ayınız da mübarek olsun şimdiden. Kendinize iyi bakın hoşçakalın!                                                                           







19 Nisan 2014 Cumartesi

Rod

Selam.

Önce bi düşündüm konuya nasıl girsem falan diye, ama sonra bunun da gereksizliğini farkettim. Bugün sıradanlaşmayı ele alacağım için, her seferinde bi girizgahla başlasam bu da bi süre sonra sıradanlaşırdı ki blogumu biraz seviyosam bunu istemem Evet, sıradanlaşmak. Bize sunulan hayatın sürekli hareketlenmesini, insanların sürekli bi devinim içinde olmasını sağlayan yegane şey belki de, en azından bence. 

İnsan olmak büyük bi başarı, önemli bi aşamadır. Herkes kavgasını içinde taşır. Ve bu kavganın içinde yaptığımız şeyler bakış açımıza göre farklı siluetlere bürünür. Nasıl ki büyüdükçe çocukken şaşırdığımız olaylar ya da nesneler bize sıradan gelmeye başlıyosa, gözlerimizi yumana kadar da öyle sıradanlaşan şeyler bizim için değerini kaybedecek. Gün gelecek değersiz bi metelikten farksız olacak. İlk gördüğümüzde göz bebeklerimizi büyüten şeyler için kafamızı çevirebiliyo olacağız. Ve mutlak güzel mutlak iyi ya da mutlak kötü yok. Yeni dediğimiz şey yeni derken eskir, sıradanlaşır.  Tüketmenin tek yol olduğu algısı yaratılmış yaşadığımız dünyada daha yenisine, dahasına yöneliriz. Bi insan olarak içgüdüsel olarak en iyisine yönelmek çok mantıklı belki ama önümüze çıkan tek yol daha'sı değil. 

İki yol var. Birincisi elimizdekilerin aslında çok da sıradan olmadığını kabullenmek. Dünya şimdikinin 127839123 kat daha büyük olsaydı bile gördüğümüz kadarıyla varoluyor.   Mesela  kangrene dönmüş bi ilişkinizin içindeki sıkıntıların her gün tekrarladığınız rutinleri bozmakla başlamak bi çözüm olabilir. Ya da her gün gittiğiniz okul yolunda, uzunluğundan dert yandığınız okul yolunda farklı bişeyler aramak olabilir. Hiç bişey bulamazsanız kafanızı kaldırıp her akşam geçtiğimiz yolun üzerinden akıp giden yıldızların farklı olduğunu görebiliriz. Dünya değişirken, biz değişirken çevremizde artık bize sıradan gelen şeylerin tamamen algısal olduğunu görebiliriz. Ama bi yandan tabi ki her şey değişemez, kutup yıldızı yine aynı yerinden bize ışıldar, sokak lambaları yine aynı parlaklığıyla gözümüzü alır.

İkinci yol da değişim. Hayatımızdan çıkarıp yene ikamesini sağlayabileceğimiz şeyler. Bu noktada örnek vermek istemiyorum çünkü benim için benim sıradan hissettiklerim sizin için aynı şeyi hissettiremeyebilir. Hatta dünyanın en sıkıcı şeyi olabilir. Sadece bu ikinci yola insanların tabi olmadığını söyliyim. Ayrıldığınız eski sevgilinin yerini duygusal olarak doldurursunuz. Senden başka başka bi sen yok. Eğer ayrılan taraf siz değilseniz ve farklı'yı aramazsanız bataklığın içinde kalmaktan başka bi çare bulamayız. Ama nesnel olarak? Evet. Zaten görüntüler dünyasından farklı bişey de beklenemezdi, Gördüklerimi kadar varız, gördüklerimizi hissedebildiğimiz kadarıyla tam olarak. 

Neyse ki durum o kadar da kötü değil, içimizde bu düzenin içinde kaybolup yok olmayacak da bişey var o da hayal gücü. Törpülenmesine izin vermediğimiz sürece bizi ister istemez değiştirecek, hayatımıza yön verecek. Geleceği bilmeden varolmuş varlıklarız, 10 gün sonra nasıl olacağımızı bilemeyiz belki ama hayal ederiz. Uzun vade için bi meslekte nasıl çalışacağımızı hayal ederiz. Evlenmeyi hayal ederiz, evlenmemeyi hayal ederiz. Geçmişte hayal ettiğimiz şeyleri yaptığımızda mutlu oluruz. Başkası yaptığında mutlu oluruz belki onun hayalini bile benimseriz. Bob Marley gitar ritmini sadece gidişle değil çift yönlü hayal edip, yapıp, şimdi sıradanlaşmadığını, o noktada onun sayesinde sıradanlaşmayanları bi düşünün. Da Vinci'nin tablosuna hala hayranlıkla bakan bir sürü insanı yine düşünün. Che'nin devriminden ilham alan insanları.

O yüzden dinleyin, izleyin, okuyun. Yaşadıklarınızın birer basamak olduğunu görün. Bir kaç adım geri atıp büyük resmi farkedin.  Ben yapabiliyo muyum? Kısmen. Belki siz ''daha''sını yaparsınız. Açın bi Rod Stewart dinleyin mesela, sıradanlaşmaya fırsat bulamayan en tipsiz ama kendi şarkılarından çok coverlarıyla sıradanlaşmasına izin vermediği şarkılarını dinleyin.

İyi geceler. 

13 Mart 2014 Perşembe

Bastian Balthasar Bux




Herkesin bi hayat teoremi vardır dimi eninde sonunda. Her an ya da her yaşda değişen farklı bakılan şekilde. Neyse ki her zaman bize en doğru olanı yaşadığımıza inanan varlıklarız da karşılaştırırken ortalamanın üstü psikolojisiyle kendimizi pohpohlamaktan geri kalmıyoruz. Bizli falan konuşucam ama tuhaf bi tarikatın mensubu değiliz, biziz basitçe. Biz derken her birimiz.

Aslında hayatı sorgulamanın da ötesinde yaşadıklarımızın neresinde olduğumuzu çoğumuzun bilmediğini hissettim hep. Bi çemberin içinde kapalıysak, merkezdekilerin çemberin duvarlarını, duvardakilerin de merkezi ya da herhangi bi yeri hayal ederken arkasına bakmadan koşmasını, koşarken sadece arkasına değil sağına veya soluna bakmadan, kendisi gibi koşanların ne kadar farklı olup olmadığını farketmediğini düşünürüm. O esnada ortada dönen keşmekeşin içindeki tüm insanların bi çemberi oluşturduğunu görün. Bence hatayı da burada yapıyoruz, bizim için iyi olanı ararken etrafımızdaki kişilerin ya da o kişilerin oluşturduğu çemberin neresinde olduğumuzun farkına varamadan geçip gidiyoruz. Hepimiz düşündüğümüz rotada giderken kimin o gittiğimiz çemberin duvarından daha soğuk daha sert olduğunu, herhangi birinin aslında aradığımız şeylerin yolunu gösterecebileceğine inanamıyoruz. Bu kadar belirsizliğin içinde kaybolduğumuz şeyin bi delik ya da çukur olmadığını, sadece yine insanların arasında bi yerde olduğunu farkedemiyoruz. Başka bi yerde başka insanlarla da kaybolabileceğimizi göremediğimiz gibi. Belki de olduğumuz yerde kalmalı, insanlara bakmalı, tahmin etmeli, pişkinlikten uzak bi şekilde sadece beklemeliyiz. Belki de hiçbirisi. Sadece en doğrusu olduğuna inandığımız bi hayat sürecek gidecek en sonunda. Koşarak yavaşlayarak ya da durarak ve biz yine karar veremeyeceğiz. Ve çemberin tabanını hep altın hayal ettim, garip ışıkların yansımasını yansıtması için. İnsanların yüzünde gördüğümüz şeylerin aslında bizim altımızdan geldiğine inandım. O çemberin altındaki altınların içimiz yansıttığını, çemberimizin büyüklüğünü belirleyenin de yine o altınların olduğuna. Hem de içimizi acıtanlarından ya da mükemmel bi pürüssüzlük gösterenenlerinden. Duygularımız gibi.

Tüm belirsizliklerin cevabını gözlerimi yummadan önce verebilirim umarım. Hoş ne zaman yumacağım da bi belirsizlik abidesi ya

Belki de bunun gibi bizim çemberimiz
Hey Rosetta! - Yer Spring : http://www.youtube.com/watch?v=8JYzp7wKhGQ

Hoşçakalın.

19 Ocak 2014 Pazar

Agnes Obel






İkinci kısım.

"I don't go out and seek inspiration, I think I get my inspiration from the melody. Sometimes I feel like a melody doesn't have anything to do with me, but it's just something that comes, is accumulated from me playing on the piano, and then this little creature just appears." - Agnes Obel


Asıl ismi Agnes Caroline Thaarup Obel olan.
En büyük idolü annesi sonra da Jan Johansson olan.
Bir Galatasaraylı olarak bendeki yeri apayrı olan şehir, Kopenhag doğumlu.
Şarkılarını kendisi yazan, söyleyen ve kaydedendi. Kaydedendi dedim çünkü öyle geleneksel bi iş yapmıyo, sadece çevresinde tanınan birisi değil her ne kadar daha buralara sesini pek duyuramamış da olsa. 20 yıl sonra belki, arkadan gelmekte üstümüze yok biliyosunuz. Ki , ilk albümüyle Danmiarka'da 5, Fransa ve Almanya'da 1er kez platinyum almış olan ( ve takip ettiğim kadarıyla yeni albümü 28. sırada Billboard'da) Agnes'in adı sanı d&r'da yok.

2 yılı biraz geçti tanışmamız, önceleri '' gündüz dinlemek? hayır ya çok sakin kalır olmaz böyle '' derken özellikle bugünlerde sabah ilk duymak istediğim ses oluyo. pek çokları gibi Riverside'ı ile tanıştım ama 

Bazı insanları yaptıklarıyla severiz. Ama yaptıkları şeye giden yolda sarfettikleri düşünceleri çoğu zaman bilmeyiz. Bildiklerimizi de arka cebimize atar sadece onun bahsi açıldığında çıkarırız, tabi hatırlarsak. Hiç birimiz saklamayız akıllarda ya da yerleştirmeyiz. Çünkü mitleştiririz kafamızda o insanların ''yaptıklarını'', farkına varamayız bahsettiğim yoldaki düşüncelerinin de bizimkilere yakın olduğunu. Ve hayatımızı bi olayın bişeyin bizi tetiklemesini bekleriz bi şekilde, yine hiç düşünmeyiz bişeyi yapmak isterken sadece ve sadece hayallerimizden bu kadar uzak oluşumuzun utancını farketmemiz gerektiğini. Eğer siz de benim gibi şanslıysanız gelir ve çarpar o tokat yüzünüze, ve daima hatırlayacağınız olur. Yüzünüzdeki kızarıklığı geçse dahi bi yerlerde taşırsınız onu. Ve ulaşılamaz dediğiniz insanların yüzlerindeki zamanında çarptığına inandığım o tokatların izlerini göremediğimiz için aldanıyoruz.

Düşündüklerini hissettiklerinin sonrasına alan bi Agnes var. Çünkü hissettiklerini doğru şekilde bulduktan sonra söyleyeceği sözlerin insanlar tarafından hep daha çok dikkat çekeceğini biliyor. Bence bencilliği burada, doğru mu görüyorum bilmiyorum ama sadece kendisi için müzik yapıyor. Ki öznelliği yansıtmamak için uğraşan bi piyanist aynı zamanda (ne kadar mümkün olabilirse, insanın çocuğuna kendisine benzememesini telkin etmesi gibi). Ayrıca çevresindeki kalabalığı kovalamakla uğraşıyor, ikinci albümü (Aventine) çoğu sadece piyano solosuyla oluşan şarkılardan. Onun dışında yaptığı iş klasik müziğin çok dışında, maksimum 3 enstrümanla birlikte çalışabiliyor. Bunun temel sebebi de piyanosuyla birlikteyken hem kendisi için hem de dinleyenler için iki şeyi oluşturmak istemesi; notaların ve sözcüklerin bizi resmetmesi. Yani kendisini yaptığı şeyle birlikte bizden istediği 3 şeyin yine 3 şeyden gerçekleşeceğine inanıyo olması bunun temel sebebi. 

Aralık ayında İstanbul'da İKSV'ye gelmişti Agnes, daha önünde aşağı yukarı 30 konserlik bi turu var sonrasında da ufak bi tatil dersek tekrar gelişi 2 yıldan daha fazla bile sürebilir. İki yıl öncesi geldiğinde aklıma bile gelmezdi bi gün konserine gidebileceğim ihtimali, şimdi gidemediğim için pişmanım. İki yılda değil daha kısa sürelerde hayallerimiz, planlarımız hayatımızdaki insanlar dahi değişebiliyor. Agnes de iki yıl sonra hayatınızda olursa ve kıvılcımı ben olursam dev sevinirim, belki karşılaşırız bile.

İyi geceler.

Agnes Obel Live @İKSV - Beast: http://www.youtube.com/watch?v=MnIRPYLfIrk